FİRMA KAYIT
Geri Bildirim
Keloğlan ile Cinler Padişahı Masalı
Keloğlan ile Cinler Padişahı Masalı

Keloğlan ile Cinler Padişahı Masalı

1859

Bir varmış, bir yokmuş.. Çook çoook eski zamanlar da bir Keloğlan varmış. Keloğlan, gece gündüz demez çalışırmış. Gene de anasıyla birlikte yoksulluk içinde yaşarmış. Kazandığı para ancak bir ekmek almaya yetermiş, kimi zaman ona da yetmezmiş. Öylesine yoksullarmış ki, komşuları bile onların yoksulluklarına dayanamazlarmış. Günlerden bir gün, iyi yürekli bir komşuları:

“Al bu iple baltayı, git ormandan odun kes. Bakarsın işler yolunda gider, varsıllaşırsın; değil varsıllaşmak, padişahın kızını bile alırsın.” Demiş.

Padişahın kızını da duyunca almış iple baltayı, ormanın yolunu tutmuş Keloğlan. Gece gündüz çalışmış, ev boyu odunlar yığmış.

Odun tüccarı bakmış, bakmış:

“Odunların da çıra gibi Kel Ağa, ne istersin bu yığına? diye sormuş.

Hiç pazarlığa girmeden:

“Ver beş altın, götür.” Demiş Keloğlan.

Adam: “tamam”, demiş.

Dünyalar Keloğlanın olmuş birden. Çil çil beş altınla koşmuş anacığına:

“Ana ana, beni dokuz ay karnında taşıyan ana, bak oğlun odun kesti, para kazandı; bundan böyle paydos yoksulluğa. Al sana iki altın, biriyle et al, ekmek al, kırmızı kırmızı elmalar al; ötekiyle de giyin kuşan. Öyle giyin kuşan ki, padişah seni görünce küçük dilini yuta!” demiş. Sonra da:

“Bunları yaptıktan sonra git, bana padişahın kızını iste.” Diyerek almış başını gitmiş. Yolda bir adamla karşılaşmış. Adam, bir kediyi suya sokup sokup çıkarıyormuş. Keloğlan:

“Ne yapıyorsun amca, boğacaksın kediyi!” diye bağırmış.

“Boğmak için sokuyorum zaten.” Demiş adam.

“Aman boğma hayvancağızı, ne istersen vereyim sana!”

“Olur, ver bir altın, boğmayayım kediyi.” Demiş adam.

Keloğlan kesesirıe atmış elini, adama bir altını vermiş. Adam da sözünde durmuş, kediyi salıvermiş. Kedi, oradan uzaklaşan Keloğlan’ın ardına düşmüş.

Gene yola koyulmuş Keloğlan, yolda bir adama daha rastlamış. o da bir köpeği öldürmek üzereymiş. Keloğlan:

“Aman öldürme hayvancağızı; ne istersen vereyim sana!” demiş.

“Olur,” demiş adam, “bir altın ver, salayım köpeği.”

Keloğlan, elindeki bir altını adama vermiş, adam da köpeği salı vermiş. Köpek takılmış Keloğlanın ardına. Keloğlan gider, kedi ile köpek de gider. 0 nereye giderse, kedi ile köpek de oraya. Gide gide bir yol ayrımına varmışlar. Orada bir yaşlı kadınla karşılaşmışlar. Kadın, bir yılanın kafasını ezmek üzere imiş. Keloğlan, kalan son altını verip yılanı da kurtarmış ölümden. Yılan da katılmış onlara. Keloğlan, beş altını kaçırdım elden ama, üç can da kur tardım ya”, diye düşünüyormuş. Yılan, Keloğlanın içinden geçenleri anlamış. Dile gelip:

Keloğlan, Keloğlan, yılan göründügüme bakıp aldanma; ben yılan değilim, cinler padişahının oğluyum. Sen bana iyilik yaptın, ölümden kurtardın beni. Bu iyiliğin altında kalamam. Gel seni babama götüreyim, ne dilersen dile ondan. Babam, ne dilediğini sorarsa, “Dilinin altındaki mührü istiyorum!” dersin. Sakın unutma, mührü isteyeceksin babamdan.” Demiş.

Yola koyulmuşlar, az gitmişler uz gitmişler, birde bakmışlar, bir arpa boyu yol bile gitmemişler. Yılan birden silkinip bembeyaz bir at olmuş. Keloğlan ata atladığı gibi, cinler padişahının sarayına varmış. Göz açıp kapayıncaya kadar olmuş bütün bunlar. 5arayın avlusuna gelince, at silkinip yiğit bir delikanlı olmuş. Hemen çıkmışlar padişahın katına. Oğlan, başından geçenleri bir bir anlatmış:

“işte oğlunu kurtaran yiğit bu.” Demiş.

Padişah, hemen Keloğlan’a dönmüş.

‘Ününü duymuştum ama, böyle yiğit olduğunu bilmezdim Keloğlan, dile benden ne dilersen…” demiş.

Çok bir şey değil istediğim padişahım, dilinin altındaki mührü isterim.”

Ne yapacaksın mührü be Keloğlan, altına elmasa boğayım seni, tek isteme mührü.”

Ya mührü verirsin, ya da hiçbir şey vermezsin! Bir mühürcük çok görünüyorsa sana, canın sağ olsun padişahım; elmasların, altınların da senin olsun!”

Padişah sözünü tutmuş, mührü Keloğlan’a vermiş. Keloğlan hemen ayrılmış saraydan, köyün yolunu tutmuş. Günlerce, aylarca yürümüş. Bakmış yolun tükeneceği yok. Kafasını bir taşa yaslamış, derin bir uykuya dalmış. Derinden derine, padişahın oğlunun sesini duvmus.

“Keloğlan, Keloğlan… Babamdan aldığın mührü yala. Karşına bir Arap çıkacak, dileğini ona söyle.”

Onun dediğini hemen yapmış Keloğlan. Arap, anında karşısına çıkıvermiş. “Dileğin nedir Keloğlan?” diye sormuş.

Kaç gündür ağzıma lokma girmedi. Bir sofra kurulsun hemen!”Sofra kurulmuş hemen. Kuş sütünden başka her şey tamam. Sonra da.

‘Beni evime, anama ulaştır!” demiş.

Göz açıp kapayıncaya kadar, kendini evinin önünde bulmuş. Anası kapının önünde yün eğiriyormuş. Oğlunu bağrına basıp ağlamış. Oğlunu gözleye gözleye iğne ipliğe dönmüş kadıncağız. Keloğlan mührü bir daha yalamış. Arap çıkagelmiş. Keloğlan:

“ Sofra kurulsun, şerbetler süzülsün” diye buyurmuş.

Sofralar kurulmuş, şerbetler süzülmüş, ana oğul, yiyip içmiş, karınlarını doyurmuşlar. Keloğlan, anasına dönüp:

“Hadi ana, durma git bana padişahın kızını iste!” demiş.

Anası:

Etme eyleme oğul, padişah kim, biz kim, padişahın kızı kim?..” diyecek olmuş. Hemen üstelemiş Keloğlan:

“Sen dediğimi yap, ötesine karışma!” demiş.

Çaresiz, yerinden kalkmış ana, belini doğrultmuş, sarayın yolunu tutmuş. Saray nöbetçileri, kadını dilenci sanmışlar. Kadıncağızın ne istediğini bile sormadan, eline birkaç kuruş sıkıştırmışlar. ona saray kapısından savmışlar. Kadın dönüp gelmiş eve. Keloğlan anasının bir dilenci gibi kapıdan kovulduğunu öğrenince çok kızmış, kızgınlıktan, neredeyse kel kafasından saçlar fışkıracakmış Keloğlan’ın.

“Ana, ana! Sen dilenci misin ki, eline birkaç kuruş sıkıştırıp seni saray kapısından kovuyorlar!” diye gürlemiş. “Kapıdakileri dinleme ana, padişahın katına çıkacağını söyle onlara.” Demiş Keloğlan.

Ana ne yapsın, dünya yüzünde bir tek oğlu var. Onun dileğini yerine getirmeyip kiminkini getirsin? Yine düşmüş yollara. Nobetçiler birkaç kuruş verip saymak istemişler kadını.

Yok oğul, yok! Ölüm gider, ben gitmem buralardan. Padişahı görmem gerek. Siz de ana kuzususunuz, derdimi anlayın, beni padişahın yanına salın.” Demiş.

Kadının dileğini padişaha iletmişler. Padişah da:

“Alın gelin yanıma, görelim ne ister?” demiş.

Kadıncağız, padişahın yanına varıp:

“Ey yüce padişah, benim bir tek oğlum var, senin de bir tek kızın. Seninki ay parçası bir güzel, benimki şimşir kafalı bir kel. ‘Uyarı olur mu?’ deyip savma beni, kızını oğluma istemeye geldim. İnsanoğludur, kimin ne olacağı bilinmez.”

Padişah dediğin her gün bir şeyler bulur eğlenir; kadının isteğini de pek eğlenceli bulmuş.

“Verdim gitti kızımı senin Kel’e, lakin, sarayımın karşısına benimki gibi bir saray kondurmalıdır. Kırk güne değin yaptırırsa yaptırır, yaptırmazsa, kellesi gitti bil!” demiş.

Kadın, ağlaya ağlaya eve dönmüş. Yolda, “bu bizim kel ne düşündü de böyle yaptı”, diye aklından geçiriyormuş. Eve dönünce, durumu yana yakıla anlatmış Keloğlan’a. Keloğlan:

“Düşündüğün şeye bak anam, padişahın istediği saray olsun, ondan kolayı ne ki?..” demiş.

Anasının yanından ayrılır ayrılmaz, yalamış mührü, anında Arap çıkagelmiş.

“Haydi Arap, göster hünerini, padişahın sarayının karşısına öyle bir saray kondur ki, görenin gözü kamaşsın.” Demiş Keloğlan.

Arap araplığını göstermiş, sabahleyin kalkanlar, kenti ışıklar içinde görmüşler; öylesine ışık ışıkmış saray. Direkleri altından, camları elmastan bir saray. Bahçesinde de türlü türlü ağaçlar.

Padişah bakmış ki, sarayının karşısında bir saray yanıyor. “Kel Ağa, kızı alacaksın elimden, ama ben de sana kolay kolay kaptırmayacağım incimi” diye geçirmiş içinden. Padişah böyle düşüne dursun, Keloğlan bembeyaz bir ata binmiş, giyinmiş kuşanmış, sa rayın yolunu tutmuş. Onu gören saray nöbetçileri kenara çekilmiş, yol vermişler Keloğlan’a. Doğrudan padişahın katına çıkmış:

“İşte saray, işte Keloğlan! Kırk günde değil, yapılırsa bir gecede yapılır saray!” demiş, sonra da eklemiş, “Kızını almaya geldim, bunu bilesin!”

Padişah, Keloğlan’ı zora koşmak için:

“Olur, Keloğlan, yiğitmişsin vesselam, sana bir kız değil, bin kız feda; ancak, kızıma öyle bir gelinlik diktir ki, bugüne değin kimse giymiş olmaya, incisi, elması yeryüzünde bulunmaya…” demiş.

Keloğlan bu kez mührü bile yalamamış, Arap, yakışıklı bir saray görevlisi gibi görünüvermiş. Yanındaki kırk ince kız, padişahın istediği elmaslı, incili gelinliği ellerinde tutuyorlarmış. Padişah bakmış ki, bu Keloğlan, bildiği Keloğlan’lardan da başka:

“Kızımı senden iyisine mi vereceğim Keloğlan!” demiş, sonra adamlarına dönmüş padişah, “Bre çağırın hacıyı hocayı, nikah kıyılsın, düğün de başlatılsın!” diye buyruklar vermiş; Keloğlan’a dönüp son isteğini de bildirmiş:

“Şimdi sıra köprüyü kurdurmakta. Keloğlan, iki saray arasına görkemli bir köprü kurdur, kızım oradan gidip gelsin. Bunu – yaparsan, kızımı sevdiğine iyice inanacağım.”

“O da iş mi,” demiş Keloğlan, “hem de öyle bir köprü kurduracağım ki, her taşı elmastan olacak.”

Göz açıp kapayıncaya kadar her şeyi yerine getirmiş Keloğlan. Öyle bir köprü ki, yaş yaşayanlar böylesini görmemişler. İki taraf, hemen düğün hazırlığına başlamış. Gel gelelim, her iyi işin bir bozucusu vardır: Keloğlan’ın işi de bozulmuş. Bozulması da safça bir meraktan doğmuş:

Keloğlan’ın bu olmadık işleri nasıl yaptığını merak etmeye başlamış, padişahın kızı. “Ben bununla evleneceğim ama, bakalım beni yürekten seviyor mu?” diye düşünmüş; “Eğer beni seviyorsa, sırrını da söyler” demiş.

Kız, çeyizini hazırlarken, Keloğlan da akşama kadar av avlayıp, kuş kuşluyormuş. Anası da gelme yardım ediyor, onu düğüne ha zırlıyormuş. Arada bir gelin kızla Keloğlan karşılaşıyorlarmış. Bir gün gene karşılaşmışlar. Kız:

“Beni sevdiğini bileyim ki, sırrını veresin bana.” Demiş.

“Sır ne, can iste can vereyim, baş iste baş vereyim!” demiş Ke loğlan.

“Baş da senin olsun, can da, vereceksen sırrını ver!” demiş kız.

Keloğlan, başından geçenleri uzun uzun anlatmış. Uzun anlatmasının nedeni, kızın yanında biraz daha fazla kalmak. Bu arada, mührü ve Arapı da anlatmış. Yalnız onunla kalsa gene iyi, başı darda kalırsa yalasın diye, mührü kıza vermiş.

Meğer, Keloğlanın nasıl edip de bu kızı aldığını sindiremeyen Vezir, sürekli izlermiş onları. Kızı oğluna almak istiyormuş. Söz bile kesmişler. Keloğlan ortaya çıkınca her şey bozulmuş. İşte bu vezir, o gün de olan biteni kapıdan dinlemiş. Keloğlan kızın yanından ayrılınca odaya girmiş, mührü kızın elinden kapmış. Mührü yalamış, Arap çıkıvermiş karşısına:

“Arap, Arap! Bundan sonra ben ne dersem onu yapacaksın!” demiş.

“Başım gözüm üstüne!” demiş Arap.

“Keloğlanı hemen bulup, denizlerin, dağların ötesine atacaksın. Orada bir zindanda bağlı kalacak!”

Arap, vezirin dediğini yapmış; Keloğlan zindanda yata dursun, hani o ölümden kurtardığı kedi ile köpek vardı ya, onların içine doğmuş olanlar bitenler. Iki arkadaş birbirlerini bulmuşlar, dostları Keloğlan’ı kurtarmak üzere yola çıkmışlar. Dağı, tepeyi geçmişler ya; denizi nasıl aşacaklar. Köpek yüzebilir, kedi ise bir iki kulaç atar, sonra kala kalır. Keloğlan, ıssız bir adanın ortasında, karanlık bir zindandaymış. Köpek:

“Bin sırtıma, bana puflayan kedicik, bin de, Keloğlanımızı kurtaralım; durmak zamanı değil, savaşmak zamanıdır.” Demiş.

Kedi hemen atlamış köpeğin sırtına. O dağ senin, bu deniz benim derken, Keloğlanın ıssız adasını, bu ıssız adanın zindanını bulmuşlar. Keloğlanı oradan aldıkları gibi, uçarcasına saraya varmışlar. Tam o sırada da, vezir derin uykuda imiş. Kendi, uykudaki vezirin burnunu kuyruğuyla gıdıklayıvermiş. Vezir, “hapşuuu!” deyince, mühür, dilinin altından fırlamış. Keloğlan, mührü almış, yaladığı gibi, Arap çıkıvermiş karşısına. Keloğlan, Arapla dönmüş Kafdağı’ın ardına. Sarayımı da padişahın sarayından uzaklara kondur.” Demiş.

Arap:

“Emrin başım üstüne!” demiş, gerekeni hemen yerine getirmiş.

Keloğlan’ın döndüğünü, anası da, sevgilisi de duymuş. Gözleri ağlamaktan nerdeyse görmez olmuş her ikisinin de.BirbirIerirıe sarılmışlar. Açıkçası, padişah da sevinmiş Keloğlan’ın dönüşüne. Vezir’in sünepe oğluna vermektense kızını, bu şimşir kafalı Kele vermeyi içten içe yeğliyormuş padişah. Buyruklar çıkarmış, düğün dernek başlamış. Kentte kırk gün kırk gece davullar çalmış, zurnalar ötmüş. Keloğlan gelini almış giderken:

Padişah kızı, can sultan, yaşamımız güzel bir ibretle başladı; ama sen sen ol, ser ver de sır verme!” demiş. Evliliğin ilk ilkesi budur!”