Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş, çok söylemesi günahmış. Develer tellal iken, inekler berber iken, bir memleketin birinde bir ihtiyar ana, ihtiyar ananın da bir kel oğlu varmış. İhtiyar anacığıyla küçük bir kulübede yaşarlarmış. Keloğlan her gün dağdan topladığı odunları sırtlar, kente götürüp satar, aldığı para ile ana-oğul kıt kanaat yaşayıp giderlermiş.
Bir gün Keloğlan yine odun topluyormuş. «Anacığıma daha iyi yiyecekler alayım.» diye düşünmüş. Her gün topladığı odunun iki katını toplamış. Sırtlamış, yola koyulmuş.
O gün hava pek sıcakmış. Sıcak bir yandan, ağır yük bir yandan, Keloğlan iyice bunalmış. Dibinden soğuk bir su kaynayan çınarın altından geçiyormuş. Suyun serinliği yüzüne vurmuş. Bir soluk almak için yükünü yere bırakmış, derin bir «Oooof!» çekmiş.
İşte tam o sırada, suyun kaynadığı yerden bir kara adam çıkmış karşısına. Adamın bir dudağı yerde, bir dudağı gökteymiş. Ödü kopmuş Keloğlan’ın!
— «Benden ne istiyorsun?» diye bağırmış adama. Korkudan tir tir titriyormuş.
Adam, tatlılıkla: «Beni sen çağırdın.» demiş.
Keloğlan: «Ben kimseyi çağırmadım, sırtım acıdı da bir «Ooof!» çektim.» deyince adam: «Benim adım Of’tur, çağırdın da geldim işte.» demiş, Keloğlan’a bir kutu uzatmış: «Al bu kutuyu, senin olsun. Sakın ona «Açıl, kutum!» demeyesin.» dedikten sonra gözden kaybolmuş.
Keloğlan kente varmış, odununu satmış, anacığına iyi yiyecekler almış, köyüne gelmiş. Anası, oğluna elindeki kutunun ne olduğunu sorunca Keloğlan başından geçenleri anlatmış.
— «Yalnız,» demiş, «sakın bu kutuya: «Açıl, kutum!» deme.» diye sıkı tenbih etti adam bana.»
Keloğlan bu sözü söyler söylemez, kutu açılıvermiş, her türlü yiyecek bulunan bir sofra serilivermiş ortaya. Ana-oğul yemişler doyasıya. Sofra açık durmuş bir süre. Neden sonra Keloğlan’ın aklına «Kapan, kutum!» demek gelmiş.
Bu sözü söyler söylemez kapanıvermiş kutu kendiliğinden, yemekler de kutunun içine girmiş hepten.
Keloğlan yine oduna gidiyormuş ama, artık yiyecek almıyormuş kazandığı para ile. Giyecek, ev eşyası alıyormuş; biraz da para biriktiriyormuş. Ana-oğul acıktıkça: «Açıl, kutum.» diyorlarmış kutuya, hemen önlerine kocaman bir sofra serili veriyormuş.
Gel zaman, git zaman… Keloğlan’ın aklına padişahı yemfeğe çağırmak esmiş bir gün.
Anası: «Olmaz, oğlum, padişah bu kulübeye gelmez, oğlum!» demiş durmuş ama, söz dinletememiş.
Keloğlan: «İlle de padişahı yemeğe çağır!» deyip tutturmuş.
Kadıncağız çaresiz kalmış, gitmiş saraya. Padişahı yemeğe çağırmış kulübelerine. Padişah bu çağrıya şaşmış ama, merak da etmiş.
—«Gelelim!» demiş.
Bir akşam padişah, vezirini yanına alıp gelmiş kulübeye. Keloğlan yere bir hasır sermiş, minderler koymuş, ağırlamış padişahı. Sonra kutusunu getirmiş, orta yere koymuş:
—«Açıl, kutum!» demiş.
Yine kocaman bir sofra çıkmış
ortaya. Her türlü yemek varmış içinde. Yemişler, içmişler. Padişahla veziri bu yoksul evde bu denli güzel bir sofranın bulunmasına şaşmışlar, imrenmişler kutuya.
Herkes doyunca, Keloğlan: «Kapan, kutum!» demiş.
Sofra kendiliğinden toplanıp kutuya girmiş. Saraya gitme vakti gelince konuklar ayağa kalkmışlar. Kapıdan çıkarlarken, vezir rafta duran kutuyu gizlice aşırmış, koltuğunun altına koyup çıkmış.
Neden sonra, Keloğlan’la annesi kutunun çalındığını anlamışlar, başlamışlar ağlamaya, dövünmeye. Keloğlan ertesi sabah yine ağlayarak yola koyulmuş. Gitmiş koca çınarın altına. İçini çekerek: «Ooof!» demiş.
O kapkara adam yine çıkmış karşısına.
—«Ne istiyorsun?» diye sormuş.
Keloğlan başından geçenleri anlatmış. Bu kez kara adam ona bir değnek vermiş.
—«Sakın buna «Tık, değnek!» deme!» diye tembih etmiş, kaybolmuş.
Keloğlan eve gelmiş, olup bitenleri anasına anlatmış, sonra da: «Buna «Tık, değnek!» demeyeceğiz!» demiş.
Bu sözü söyler söylemez değnek yerinden fırlamış, inmiş Keloğlan’ın sırtına. Başlamış onu pataklamaya.
Keloğlan, iyi bir dayak yedikten sonra: «Dur, değnek!» demeyi akıl etmiş de kurtulmuş dayaktan; yoksa öldürecekmiş onu sihirli değnek.
Keloğlan dayağı yedikten sonra biraz düşünmüş.
—«Ha! İş kolaylaştı şimdi!» demiş kendi kendine.
Sarayın yolunu tutmuş. Saray kapıcıları Keloğlan’ı içeri sokmak istememişler. Keloğlan da: «Tık, değnel!» deyivermiş. Değnek inmiş kapıcıların kafasına, sırtına. Bir ona, bir buna vuruyormuş. Bakmışlar olmayacak, dayaktan ölecekler, yalvarmışlar Keloğlan’a:
—«İçeri girebilirsin.» demişler.
O da, sihirli değneğini durdurmuş, dalmış içeri. Doğru padişahın odasına. Bakmış padişahla veziri oturuyorlar.
—«Tık, değnek!» demiş hemen.
Değnek görevini yapmaya koyulmuş, bir padişaha, bir vezire… Bir padişaha, bir vezire. Bakmışlar olmayacak. Keloğlan’a yalvarmışlar, ne istediğini sormuşlar.
Keloğlan: «Kutuyu vermezseniz değnek durmaz.» demiş.
Vermişler kutuyu; o da, durdurmuş değneği. Kutuyu, değneği almış, çıkmış saraydan.
Aradan günler geçmiş. Keloğlan o kulübede yaşamaktan bıkmış. Yine gitmiş koca çınarın altına, derinden bir «Ooof!» çekmiş. Kara adam yine çıkmış karşısına. Bu kez biraz sertmiş:
—«Yine mi geldin? Başına neler geldi?» diye sormuş.
Keloğlan: «Kulübede yaşamaktan bıktım artık. Daha iyi bir ev istiyorum.» demiş. Adam da ona bir eşek vermiş.
—«Sakın buna: «Anır, eşeğim!» demeyesin.» demiş, kaybolmuş.
Keloğlan, eşeği eve getirmiş. Artık büyünün içyüzünü biliyor ya.
—«Anır, eşeğim!» demiş.
Eşek anırmaya başlamış. Her anırmada ağzından bir altın fırlamış. Kısa zamanda zengin olmuş Keloğlan. Kente gitmiş, kendine güzel bir köşk yaptırmış. Anasıyla birlikte yerleşmiş içine.